Aşk Acısında Beynimizi Nasıl Yönetebiliriz?

Aşk Acısında Beynimizi Nasıl Yönetebiliriz?

10 Eylül 2018 - 22:30

Kontrolünde zorlandığımız duygu durum ve sendromların beyindeki aktivasyonlarla bağlantısını kurmayı ve oradan yola çıkarak şifaya ulaşmayı tercih ettiğim anlaşılmıştır. İşte bu yüzden, bu çizgiden çıkmayarak, aşkın acı halinin beyindeki tetikleyici aktivasyonlarla bağlantısı irdelemesini yapacak ve çözümü masaya koyup kalkacağım


 
Beynimizin Limbik sistem içindeki mükafat (ödül) ve kayıp-kazanç devrelerinden bahsetmiş, ancak aşkın kayıp-kazanç sisteminden gönlümüze çöken aşk acısına girmemiştik. E öyle kısaca bahsedilecek gibi değil, aşk acısı bu, yandığında demlenerek uzun soluklu kalıyor, sohbeti de uzun olmalı.
 
Aşk ile kayıp-kazanç sistemi bağlantısını incelerken hayranlıkla feyz aldığım Amerikan Bilim Kadını Helen Fisher’in araştırma çalışmalarını mutlak doğru sayarım. Evli çiftleri, aşk acısı çeken insanları, çokça sayıda olmak üzere, nörolojik teste aldıklarında, beynin aşka dair bağlılığı ve acı çeken halleri, uyuşturucu ve uyarıcı maddelerde beynin verdiği reaksiyonları gösterdiği tespit edilmiştir.


 
Bu verilerden yola çıktığımızda ise, aşka dair her türlü olağan ve olağan dışı dürtülerimizin, bağımlılık dürtüleriyle aynı imajinasyon halinde beden bulduğunu söyleyebiliriz. Ve bütün bu dışa ya da içe vurduğumuz duygu halleri, adından da anlaşıldığı üzere kaybetmek ve kazanmak üzerine reaksiyon gösteren kayıp-kazanç sistemimizin devreye girmesinden kaynaklanıyor.
 
Sevdiğimiz adama ya da kadına olağan bir ilişkinin içinde bir yere gitmeyi teklif edip de reddedildiğimizde, bu reddedilme bizde normal şartlarda kayıp dürtüsü vermiyor ve olumsuz etki yaratmıyor. Aslında bir duygunuz olmayan biriyle flörtleşmişsinizdir belki. Bu flörtleşme esnasında bir teklifiniz reddedildiğinde de bunu kafanıza takmamışsınızdır. Daha önceki yazdığımız beynin Limbik sistem ve Amigdala kaçağı içeriklerinde de anlattığımız üzere, beynin olumsuz kaçakları, duyguların revaçta olduğu anlarda gerçekleşiyor. İşte bu yüzden, sıradan bir ret cevabında olmayan ağır dürtüler, aşka dair beklentilerimize gelen ret cevabında karşımıza çıkıyor. Üstelik dozajı da karşılaştığımız duruma göre artıyor. Yani, aşık olduğumuz kişiden duygusal karşılık bulamamış ya da terkedilmiş isek, işte o kayıp-kazanç sisteminin gönlümüze saldığı acı, ölüm acısı gibi evrelere bile çıkabiliyor. İşte bu devreye girişte, uyuşturucu bağımlısı gibi bir yoksunluk krizine giriyor, bu aşk için ise neredeyse ölmeyi yeğliyoruz. 
 
Şiirler ve şarkılar bile, aşk için ruhumuzu harcamak üzere tınlatılmışsa, unutulmaz eserler olarak dilimizden düşmüyor. 
 
Sıralama şöyle gidiyor aslında: Beynin Limbik sisteminde, bilinçli ya da farkında olmadan kodladığımız aşka dair “o”, mükafat sisteminde beklediğimiz ödül halini alıyor. Bu sistem üzerine, otopilot olarak hayatımızı sürdürürken, karşımıza çıkan “o” ya da “o sandığımız” kişiyle beynimizdeki kod uyumlandığında, o, bu hayattaki aşka dair ödülümüz oluyor, dopamin seviyemiz yükseliyor ve onu istiyoruz. Onu istediğimiz için, ödüle kavuşmak kazanç, kaybetmek ise kayıp dürtüsüyle “yoksunluk” sonucunu veriyor. Sevdiğimiz bir insanın ölümüne dair ağır duygu ne kadar ise o seviyede bile kayıp acısı yaşayabiliyoruz.
 
Çünkü, o, beynimizde yaratıp çağırdığımız adam ya da kadındı. Bulduk onu ve fakat sevmedi bizi. Herkesi ve her şeyi ikna etseniz de beyni “onun da sevmek zorunda olmadığı” gerçeğine ikna edemezsiniz. Beyin artık kayıp acısı salgılamaya başlamışken, bu acıyı hissetmeden öyle elinizi kolunuzu sallaya sallaya çıkamazsınız bu hikayeden.
 
Elbetteki beynimizin sistemi bunları yaratıyor da biz de öyle uslu uslu yaşamıyoruz. Bizim de elimiz armut toplamadığından, ateşi harlamaktan da hiç sakınmıyoruz. Biz de beynin bu akışına teslim olmuş isek, birlikte bu acıyı daha ne kadar fazla ve ne kadar süre sürdürürüz diye yola çıkıyoruz. Sözlerimiz ondan başkasını ele almıyor, beynimiz neredeyse uykudayken bile onu düşünüyor. Evimizde öyle otururken, başımızın üstünde baloncuk içinde, onunla olası yüzleşmeler, hesap sormalar ya da kavuşmalardan demetler sunuyor ve sahneleri izleyip duruyoruz. O gelsin diye bekliyor, o gelene kadar ya da bu acı geçene kadar tam bir araf halinde yaşıyoruz.
 
Peki beynimizin bu devrelerinden ve devrelerinin yanmasından bahsettiğimize göre, yanan yüreğimize nasıl bir su serpebileceğimize bakalım.
 
Öncelikle ben her zaman beynin bu çalışma sistemini kullanmayı tercih ederim. Bilinçli farkındalık elimizde hazır ise, buna tutunup, bu bilgiyi kendime hatırlatmayı tercih ederim. Beynimizde bir kaçak var ise ve bu kaçağın oluşumunu biliyor isek, istediğimizde ona bütünüyle teslim olabilir, istiyorsak da beynimizdeki bu kaçağa teslim olmayıp, dizginleri elimizde tutabilir ve sakin sakin beynimizi huzura doğru yönlendirebiliriz.
 
Tabi ki hiçbir bilgi, kalbe saplanmış bir aşkın acısını anında yok edemez. İyi bilirim, aşkın acısı da aşka dairdir ve yaşanmadan çıkılırsa aşka ihanet olur. O yüzden, siz yine de biraz “aşk acısı” çekin derim, insanı benliğine doğru yolculuğa çıkarır ve olgunlaştırır. Belki bunu da bilmek, bilinçli bir acı evresini yürütmeye de faydalı olabilecektir. Tamamen yok edemeyeceğimiz aşk acısını, sadece nasıl harlayabiliyorsak, altını kısabildiğimizden bahsediyorum aslında.
 
Bu bilgi ve kabul edişlerden başka ne yapabiliriz:
 
Bir kere doğru bildiğimiz yanlışlardan en büyüğünün aslında bir kılavuz olduğunu söylemek isterim: “kendimizle konuşmak”! Aşk acısı, almış başını ve tüm bedene yayılmışsa ve artık beynin kayıp-kazanç sistemi devreye girmiş ve bağımlılığın “yoksunluk” sonucunu yaşadığımızın farkındalığına erişmişsek, acımız sardığında, ağırlaştığında, atak gösterdiğinde biraz kendimizle konuşabiliriz. Dostlarımızın acılarına nasıl da dönüp dönüp konuşuyor ve rahatlatmaya çalışıyorsak, beynimize daha doğrusu kendimize de bunu yapmalıyız. Bu yüzden kendinizle konuşun, bu acının sizin tarafınızdan yaratılmış kodlardan sebep kayıp yoksunluğu olduğunu, bunun geçeceğini, gerçek bir kayıp olmadığını, her hikayenin bir sebebi olduğunu, bağımlı olmadığınızı, yoksunluk krizlerine girmek istemediğinizi söyleyin kendinize. 
 
Ve devam edin, bir kayıpsa ve bunun acısıyla boğuşuyorsanız, kaybınız size ne veriyor. Çünkü, her duygu reaksiyonuna sebep olan hikayelerin, aslında iki sonucu vardır: kayıp ve kazanç. Ama acıyı çekerken sadece kayıp halini devrede tuttuğumuzdan dolayı hikayedeki “kazancı” göremeyiz. Peki bu hikayeden sonra o beyninizde yarattığınız kodlarda hata yok mu? Hangi kodları değiştirmeniz gerekiyor? Acı çektiğinize göre hatalı bir beklenti içinde değil misiniz? Hangi beklentileri yıkmak gerekiyor? O sizi üzdüğüne göre sizi hak etmemiş olabilir mi? O da illaki size karşılık verip sevmek zorunda mı? Kadere inanır mısın? Evren, seni daha iyi bir aşka hazırlıyorsa eğer, bu kişi bu yolculuğunda sadece bir ulak olmuş olabilir mi? Ona teşekkür edip kendi hikayene devam etme kararı verebilir misin?
 
Ayrı bir not olarak da sürekli onu ve anıları alanınızda tutmanızın ve sürekli ondan bahsetmenizin şifaya engel olduğunu da belirtmek isterim. Dostlarımda ve danışanlarımda sıklıkla tespit ettiğim üzere, örneğin dostlarımızla oturduğumuzda sürekli ondan bahsedersek, adını ve enerjisini dilimizden evrenin boşluğuna yaymaya devam edersek, bu acıdan uzunca bir süre çıkamayız. Çok zorda kalmadıkça, konuşarak rahatlamamız gereken haller dışında, sürekli ondan bahsetmeyi ve birilerine onu anlatmayı bırakmalısınız. Bahsettiğim gibi konuşmanız gereken ilk kişi siz, bizzat kendinizsiniz!
 
Beyninizin kaçağına köle olup; evreni seyre çağırmayı bırakıp, en kıymetli gönlünüz ve zamanınız için kendinize dönmenizi, dizginleri ele almanızı tavsiye ediyorum. Beyniniz aşka dair bir kaçak yakaladığında ipleri sizden alıyor, en sevdiği şey bu. Ona fırsat vermeyin!
 
Aşkın her güzel halinden biri olan aşk acısını çekin, en şahanesini hissedin ama siz isteyin, seçin, başlatın, yönetin ve bitirin. Aşkın da acının da iplerini, hatta en önce kendinizi, ellerinizden bırakmayın.

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Henüz Yorum Eklenmemiştir.İlk yorum yapan siz olun..
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR x