NİTELİKLİ ÇOĞUNLUKLU REFERANDUM ŞART


Referandum, devlet yaşamı bakımından önemli bir kararın halk tarafından alınmasını sağlamak için başvurulan bir "doğrudan demokrasi" yöntemidir. Ancak referandumun, iyi tarafları olduğu kadar, tehlikeleri ve tuzakları da vardır. Belli bir konuda halkın doğrudan katılımıyla karar alınmasını sağlarken, başka alanlarda derin sorunlara yol açabilir.

Bizim anayasamıza göre referandumda Meclisteki anayasa değişikliğinde aranan vasıflı çoğunluk aranmadığı için; Referandum sonrasındaki gelişmeler, nesillerin geleceğini etkileyecek, ülkeler için yaşamsal önemde hukuki ve siyasal sonuçlar ve değişiklikler yaratacak bir kararın, çok dar bir zaman dilimi içinde, o zaman diliminin özgün koşullarına göre oluşan ve kısa süre sonra değişmesi mümkün olmayan, bıçak sırtı bir farkla alınmasındaki tehlikeleri ve tuzakları şimdi açık biçimde gözler önüne serdi. Bu gibi kararlar için "oya katılanların yüzde ellisi artı bir oy" değil, daha geniş yani vasıflı bir çoğunluk aranmasının şart olduğunu gösterdi.

Şimdi, önce bu konuda akademisyenlerin ve sonrasında siyasetçilerin bir fikir oluşturmaları gerekmektedir.

16 Nisan 2017 de yapılan anayasa değişikliği referandumunu "evet" diyen taraf yüzde 51.2/48.8 gibi çok küçük bir farkla kazanmıştı. Tam Kanunsuz Yüksek Seçim Kurulu kararları, hile iddiaları bir kenara, referanduma katılmayanlar da hesaplanırsa, aslında "evet" diyenler genel seçmen sayısının yüzde 50'sinden bir hayli azdı.

Yani referandumda vasıflı çoğunluk aranmaması, ülkeyi genel seçmen sayısına göre azınlıkta kalanların iradesinin çoğunluğa egemen olması gibi demokrasiyle bağdaşmayan bir duruma sürüklemiş , tek adam rejimi kurulmasına sebebiyet vermiştir.

Referandumda alınan sonuçta, önerilen rejimin Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasal kişiliği ile özdeşleştirilmesinin belirleyici etkisi olmuştur. Bu özdeşleştirme olmasa, anayasa değişikliğinin kendi başına kabul görmesi olasılığı neredeyse hiç yoktu.

Anayasa değişikliğinin TBMM'de sonuçlandırılması ile halk oylamasına konulmasında aranacak çoğunluklar arasındaki farklılık üzerinde fazla durulmayarak en büyük yanlış yapılmıştı. Oysa, o noktada ciddi bir tutarsızlık vardı. Nitekim, TBMM'de anayasa değişikliği için nitelikli çoğunluk aranırken, halk oylamasında, oylamaya katılanların yüzde ellisinden bir oy fazlası yeterli sayılmıştı.

Aslında, rejimin "hukuken" değiştirildiği 16 Nisan 2017 tarihinden önce, Recep Tayyip Erdoğan, ilk defa doğrudan yapılan 2014 cumhurbaşkanlığı seçimini de bir halk oylaması olarak görmüş ve rejimi "fiilen" değiştirmişti. Dolayısıyla, Türkiye'de rejim değişikliğinin başlangıcını 2014 cumhurbaşkanlığı seçimi olarak almak daha doğru olur. Oysa, o seçimde de Recep Tayyip Erdoğan seçime katılan seçmenin yüzde 52'si, yani bıçak sırtı bir çoğunluk, ile seçilmişti.

2014 sonrası Türkiye'de bir karmaşa ortamı oluştu. Bu tarihten sonra Devletin kolektif aklı, Cumhuriyet'in ekonomik ve siyasal birikimleri tasfiye edildi. Bütün kurumlar adım adım etkisizleştirildi. Türkiye'nin sağlam ve iyi yetişmiş asker/sivil bürokratik kadroları karar ve politika üretme süreçlerinden dışlandı. Güçler ayrılığı ve denge/fren sistemleri yok edildi. Devlet yaşamında alınacak önemli/önemsiz bütün kararlar için (yargısal olanlar dahil) Saraydan talimat aranır hale geldi.

Referandum, toplumu bölgesel, dinsel ve etnik temelde ayrıştırdı.

En vahimi, dışa karşı bütün direniş noktaları (TBMM, asker/sivil bürokrasi, medya, sivil toplum, üniversiteler/bilim insanları) etkisizleştirilince, dış politikada devletin yüksek çıkarlarının korunması -mevcut cumhurbaşkanının kişiliğinden bağımsız olarak, sistem gereği- bir kişinin direncine veya dirençsizliğine, gücüne veya zaaflarına terk edildi. Bunun bir ciddi bir güvenlik sorunu yaratmaması mümkün değil.

Bütün bu olumsuz gelişmeler karşısında direniş gösteremeyen muhalif siyaset uzun zamandır zaten içten içe kaynıyordu. Şimdi AKP içinde de rahatsızlıklar olduğu kamuoyuna yansıyor. Yerel seçimler sonrası siyasi yapının sarsılacağı görülüyor.

Bir "beka" sorunundan söz ediliyorsa, bunun sebebi, Suriye politikasında yapılan vahim yanlışlar yanında, toplam seçmenin (halkın) çoğunluğunun onaylamadığı bir rejim gömleğinin ülkeye giydiriliyor olmasında da aranmalıdır.

Devlet Bahçeli'nin iddiasının aksine, "beka" sorunu rejimin yerel seçimlerde kökleştirilmesiyle ortadan kalkmaz. Aksine, rejim zorlamasının sürmesi halinde, şayet varsa, "beka" sorunu ağırlaşır. Yoksa, ortaya çıkar!

Esasen, şimdi "kökleştirilmesi" ihtiyacından söz etmek, 2014'den beri fiilen uygulamada olan rejimin bünyeye uymadığının itirafıdır.

Aynı zaman dilimi içinde Referandumun ortaya çıkardığı sorunları gören Birleşik Krallık'da, halkın "Nihai Söz"ünü söylemesine imkan sağlamak üzere, AB referandumunun tekrarlanması tartışılıyor. Türkiye'de de rejim değişikliğine sebep olan anayasa değişikliği bakımından böyle bir tartışmanın yapılması gerektiğine inanıyorum.